Gitmeler Gerekirdi Bazen...

17 Aralık 2010 Cuma

4 yorum  



Sallanan sandalyesinden kalktı genç kadın. Balkondan içeri girdi. Elindeki, okuyormuş gibi yaptığı kitabı, masanın üzerine, masayı incitmemeye çalışıyormuşçasına bırakıverdi. Aynı, az önce kahve fincanını bıraktığı gibi... Fincan incinmemeliydi... Kitap incinmemeliydi... Hele masa, asla! Tüm yükü zaten o taşıyordu. Bir de incinmesi doğru olmazdı... Yoksa, sandalyesinden de, o incinmesin diye mi kalkmıştı? Loş ışıklı odanın tahta zemininde, bu sefer de zemini incitmemeye çalışıyormuşçasına, hafif adımlarla buğulu pencereye yaklaştı. Kendisini gördü önce camda. Göz altları ne kadar da şişti. Garipsedi kendisini. Uzun zaman olmuştu o yüze bakmayalı. Uzun zaman olmuştu, o yüze "kimse" bakmamıştı. Kaçırdı gözlerini kendisinden ve düşüncelerini "kimse"den. Camı incitmemeye çalışarak sildi buğuyu. Denizin karanlığı vardı şimdi karşısında. Birkaç tane de ışık. Uzun uzun baktı onlara, daldı galiba.


... Başka bir denizin kenarındaydı. Yüzü denize dönüktü, denizse sağındaydı. Önüne döndü, baktı solunda biri vardı. Hatırladı. Yalnız değildi. Onu yalnız bırakmayacağını söyleyen kimseyleydi. Birlikte Boğaz'ı seyrediyorlardı. Akşam karanlığı... Sonbahar serinliği... Boğaz güzelliği... O'nun heyecanı... Yanındaki konuşuyordu. Uzun uzun adını söylüyordu. Hatırladı genç bayan. O kimsenin yüzüne bakamıyordu. Yanakları al al olmuştu. Gülümsüyordu denize bakarak. Konuyu değiştirmeye çalışıyordu, utanıyordu zira. Sonra bir kez daha kendi adını duydu. Ve peşinden büyülü bir cümle... "Seni çok seviyorum..." Genç kadın ömründe hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Yüzünün alev alev yandığını hissediyordu. Başını önüne eğmiş, kımıldayamıyordu. Hatırlıyordu genç kadın. Çok mutluydu. Ağzından tek kelime çıkmamıştı ama. Yanındaki kimseye söyleyecek sözü çoktu, belki de yoktu, belki de tekti; "Ben de seni çok seviyorum" diyebilmeyi diledi. Ama diyemedi. Sadece önüne bakarak gülümsüyordu. Yanındaki kimse yetişti imdadına; "Ben de olsam bir şey diyemezdim herhalde... Anlayabiliyorum seni." Genç kadından yine ses çıkmadı. Yanındaki kimseye daha çok aşık oldu sadece. Sustuğunda bile kendisini anlayanlara hep hayran olmuştu. Ne yapacağını bilemediği, sessiz kaldığı ve yanındaki kimsenin onu izlediğini farkettiği zamanlar tatlı bir sitem duyuyordu hep; "Dudaklarını yemesene!" Gülümsüyordu genç kadın. Yanında o vardı ya, hep gülümsüyordu genç kadın. Yanında o hep olacağı için, hep gülümseyecekti genç kadın. Başını yine denize çevirdi, Boğaz'ın ışıklarını izlemeye, yanındaki kimseyi düşünmeye devam etti. Yanındaki kimsenin, yanında olduğunu bilmek, herhalde dünyanın en güzel şeyiydi. O anın hiç bitmemesini diledi...

 

Nefes alıp verişlerinden, cam yine buğulanmıştı. Yine narince önce gözlerinden akan yaşları, sonra camı sildi. Buradaki deniz ne kadar sakindi. Işıklar da azdı. Boğaz'ın güzelliği de yoktu. İstanbul gibi güzel de değildi.


GONG...

 

Saat akşam 8'i vuruyordu... Kıştı ya mevsim, bu saatte hava zifiri karanlık oluyordu. Saat 8'i vuruyordu... 8... Ne güzel sayıydı... 8'e tamamlanan güller mesela. Onlar da güzeldi. Çok güzeldi. Şöminenin üzerinde duran, kuru, o 8 gül var ya, onlardı onlar.


... Hatta onlar 7 taneydi. Bir yanlışlık olmuştu. 8 tane alınacağı ve ayarlandığı halde 7 tane gelmişti. Genç adam güllerin 7 tane olduğunu gördüğünde panikledi. Az ilerideki çiçekçiden hemen onları 8'e tamamladı. "Sen benim 8. harikamsın"dı...



Şöminedeki alev çıtırdadı. Genç kadın irkildi. Yalnız olmak, böyle korkutuyordu işte. "Seni asla yalnız bırakmam"ları hatırladı... Yüzünü incitmeden, akan yaşları okşadı... Zaten; "Gözyaşlarımı kim silecek?..." sorusuna cevap da alamamıştı "kimse"den.



Gitmeler gerekirdi bazen... Olmayacağını görünce gitmeler... Gelmeyeceğini görünce gitmeler... Sevmeyeceğini görünce gitmeler... Sevmediğini görünce gitmeler gerekirdi işte. Ardına bakmaksızın. Gözyaşlarını akıtmaksızın... Göstermeksizin veya... Güçlüsündür ya. Numaradan da olsa... İyi rol yapabilmelidir insan. Saklayabilmelidir kendini, sevgisini, gözyaşını... Ve "kimse"yi. En gizli yerde, saklayabilmelidir insan sevdiğini...



Buğulanan cam fazla oluyordu artık. Ama sakince ve incitmeden yine sildi camı. Hayatında hiçkimseyi, hiçbir şeyi incitmek istemezdi genç kadın. Zaten incitmemek için gitmişti ya... Gelmişti ya buralara, yalnızlığına, onsuz olabileceğini sandığı onluğa... Buğusuz camda yine gözleriyle kesişti gözleri genç kadının. Gözlerini izlemek... Kendi gözlerinin izlenmesi... Garipti... Bir zamanlar heyecan verici...



... Elindeki küçük kutulara dayanmış genç adam, önündeki genç kadının gözlerine bakıyordu. Sadece gözlerine... Genç kadın utanmış halde, konuyu değiştirmeye çalışıyor, anlamsız cümleler kuruyordu. En son; "Ne var, neye bakıyorsun?" diyebildi. Karşısındaki kimseden cevap geldi ama istifini bozmadan ve gözlerinin içi gülerek; "Sana bakıyorum, yasak mı?" "Yok hani, yani yasak değil de... Şeyyy..." ve kıpkırmızı bir yüz... Kaçamak bakışlar... Hatta daha sonrasında güzel ve bir o kadar özel bir mesaj; "Gözlerim, gözlerinin kölesi olsun." ...



Olsundu yaa. Olsaydı ya! Olsaydı keşke... Genç kadın, kendi gözlerine kendi bakmak zorunda kalmazdı o zaman! Gözyaşını kendi silmek zorunda kalmazdı o zaman!

 

Bir gong sesi daha. Hatta bir çıtırtı da. Sesler, sessiz evde birbirine karışıyordu. Bir köpek havlaması duyuldu dışarıdan. Sonra genç kadın kendi nefesinin sesini duydu. Çevirdi başını pencereden, yorulmuştu. Masanın üzerinde duran fincanını aldı eline başladı yürümeye... Uzağa değildi bu sefer. Sadece mutfağaydı ama, işte;



Gitmeler gerekirdi bazen...
 
 
 
Yazılan bu saat...