Farkı Bul-ma

16 Ekim 2009 Cuma

8 yorum  

( Günün yorgunluğu, hayallerin sonsuzluğu yine çökmüş üzerime. Işıklar kapanmış, insanlar uykunun en derin yerinde… İstesem de kapanmıyor bu gözler, kapansa da dalmıyor uykuya, inatla… Elime alıp hayal defterimi, kopartıyorum bir yaprağını ve başlıyorum yazmaya, en sevdiğim hayal kalemimin kesik ucuyla… )

Sen de sever misin bulmacaları? Hani şu iki resim arasındaki 7 farkı bulmacaları… Bulur musun peki bütün farkları? Dikkatini farklar mı çeker senin yoksa benzerlikler mi? Dikkatini çeken bir şeyler var mı senin, şu hayatta?
Tamam, tamam sorgulamıyorum seni, biliyorum çünkü sorgulanmayı sevmediğini…
Hadi sen de al eline kalemini. Hatta dur ben getireyim sana, benim en sevdiklerimden birini.
Yeşil? Yeşil bir kalem ister misin? Ben severim yeşili, bilirsin… Peki şimdi senden, bu bulmacayı beraber çözmemizi istesem? “Benimle birlikte” yapar mısın? İçinden gelerek… Gerçekten isteyerek… Çözer miyiz “ikimiz”?
Eğer tamamsa başlayalım hadi…

İşte karşımızda duran iki resim… Ne kadar da heyecanlısın farkları bulmak adına… Ooo hooo ooo! 1, 2, 3, 4… Neredeyse tümünü buldun. Ne kadar da mutlusun. Ne de güzel gülüyorsun… Ben seni izlemekten farkları bulamıyorum ki, haksızlık bu ama… Hem neden sen beni izlemiyorsun? Neden dikkatin başka yerlerde? Gerçi daha iyi ya, sen bu haldeyken seni daha rahat izliyorum… Yüz hatların, yüz hatlarıma düşüyor… Ama bir türlü kalbin, kalbime düşmüyor…
“Ay hayır, o farklı değil ki, baksana iki resimde de aynı. Tamam canım, özür dilemene gerek yok. Göz yanılmasıdır sadece.”
Gönül de yanılır mı? Göz mü iyi görür gönül mü?...
“Bitirdin mi? Hepsini buldun mu farkların? Ne çabuk!”
Gerçekten de yaa, ne çabuk… Neden bu kadar çabuk olmak zorundaydı ki sanki? Gönle düşmeler… Araya mesafeler girmeler…
“Bir tane daha mı çözelim? Tamam, olur, çözelim.”

Çevireceğim sayfayı ileri, aşacağız bir tane daha bilinmezi…
Aa! Bu resimler ne kadar tanıdık! Sen ve ben. Nasıl yani? Şimdi, bizim aramızdaki 7 farkı mı bulacağız? İyi de, bizim aramızda o kadar az fark yok ki! Emin misin bu bulmacayı çözmek istediğine? Aramızdaki farkları bulmak seni yorar. En iyisi biz benzerliklerimizi bulalım. Ama o zaman da oyunu kuralına göre oynamamış oluruz. Peki o zaman, bul bir farkımızı.
“Evet doğru, bakışlarımızın yönü farklı. Sen sanki ileride bir yere bakıyor gibisin. Benimse gözüm senin kalbinde.” Baksana, göz renklerimiz aynı sanki. O zaman dünyayı aynı mı görürüz dersin? Dünyayı benimle birlikte aynı görmek ister misin?
“Yalnız söylemeden geçemeyeceğim, ellerin ne komik duruyor öyle. O anda hareket ettirmişsin galiba.” Senin resmine bakarken yüzümde hep bir gülümseme… Hele de seni gördüğümde, karşımdaysan ya, Allah’ım… İçim içime sığmıyor o an işte… Ama sen hissetmiyorsun bunları ve hatta istemiyorsun bile benimle konuşmayı. Al sana bir fark daha. Ha, bu resimde değil ama. Olmasın. Ne fark eder, fark sonuçta… Can yaksa da…

Ne kadar kolaymış fark bulmak. Keşke her şey bu kadar kolay olsa. Ben seni seviyorum mesela, sen de beni sevsen ya… Aramızda bu korkunç fark olmasa… Gerçek hayatta da ellerimizde yeşil kalemlerimiz olsa, bulsak farkları, kaldırsak ortadan. Kolay olsa… Seninle benim bakışlarımızın farklı yönlere olduğunu görmek kadar kolay olsa… Gözlerini aklımdan çıkarmanın imkansız olduğunu anlayacak kadar kolay olsa… Bütün farklar bulunduktan sonra, kağıt parçasını buruşturup atacak kadar kolay olsa… Yeni sayfayı çevirecek kadar kolay olsa… Seni seviyor olmanın beni mutlu etmesi kadar kolay olsa… Ben seni seviyorum ya…

Keşke, keşke senin de beni sevmen bu kadar kolay olsa…


 
05.09.2009 / 00:47

Sarpa Sarambaç

24 Eylül 2009 Perşembe

7 yorum  




Önüm, Arkam, Sağım, Solum…


Sis… Önüm, arkam, sağım, solum sis…
Saklanmayan sensin... Bir tek seni görebiliyorum; gözlerimi kapasam bile oradasın işte, biliyorum… Saklan haydi, arkamı döndüm, sensizden geri saymaya başlıyorum…


Sus… N’olur sus… Önüm, arkam, sağım, solum sus pus…
Susmayan tek sensin… Kulağımda çınlayan senin sesin… Baak, mikrofon almış annem… Hadi şimdi sen sus, sıra bende… Aldım mikrofonumu elime, sensizlik şarkıları söylüyorum.



Düş… Önüm, arkam, sağım, solum düş…
Ve her düşte birer sen… Her düşte yüreğime tekrar tekrar düşen sen… Dedem dedi ki bana, dolunay benimmiş… Buralara uğradığı her gece birlikte sarılıp düşlere dalıyoruz… Ve her dolunay gecesinde ‘biz’imizin içine katıyoruz ‘sen’i de, ancak dolunayım kıskanıyor mu ne? Üzme bizi, düş yakamızdan, başka rüyalara git… Bundan sonra sadece şeffaf düşler görmek istiyorum.



His… Önüm, arkam, sağım, solum his…
Hissedemeyen tek sensin… Yüreğimi burkan senin bu hissizliğin… Artık baloncuklarım var benim; onlara yüklüyorum duygularımı. Her üfleyişte biraz daha sen oluyorum; biraz daha hissiz, biraz daha sensiz… Hayır hayır, baloncuklarımla oynamana izin veremem!

Sensiz senlik (ve içimdeki coşkusuz, tuhaf şenlik), hazır ol, bu son baloncuğu senin için üflüyorum.




Üfff…








Sev…seydin… Benim gibi… Ne düşlere, ne sislere aldırırdım. Sevseydin benim gibi, her düşe, her hisse minnettar kalırdım… Böyle acıtmazdı çünkü hiçbirisi… Böylesine kanamazdı yüreğim o zaman...


Gel…seydin… Tekrar… Seni hiç bırakmazdım… Ne düşlere, ne sislere yalvarmak zorunda kalırdım, içten içe, seni bana getirsinler diye... Gelseydin tekrar, her düşe, her hisse minnettar kalırdım… Böyle acıtmazdı çünkü hiçbirisi… Böylesine kanamazdı yüreğim o zaman…



Acı… Ne gelebildin, ne sevebildin… Ne tamamıyla çıkabildin hayatımdan, ne bir bütün olacak cesareti gösterebildin…


Ve Ama Sen…
Bütün bu acılara rağmen ve tüm hayal kırıklıklarımla birlikte…
Önüm, arkam, sağım, solum SEN!...


Ve Ben…
Gözlerimi yumuyorum…

Çık düşlerimden…
Bırak dolunayımı…
Baloncuklarımı…






Sus…
Saklan haydi, sensizliği sonsuzluğa saymaya başlıyorum…
Saymam bittiğinde, sen gittiğinde, en azından gitmiş gibi göründüğünde, canımın daha az yanacağını düşünüyorum… Ümit ediyorum…
Sessizliğinde, sensizliğimde acılara daha çok güleceğim, biliyorum…

Ağlıyor olacağım evet, ama insanlar bunu seni bulamadığıma, oyundan sıkıldığıma yoracaklar… Ve haklı çıkacaklar… Ben zaten "seni bulamadığım için ağlıyorum…" Gün geçtikçe sensizlikten çok ama çok sıkılıyorum…

Bu oyun bitsin istiyorum, ama saklanan yerinden çıkmıyor, oyunu bitiremiyorum…


Tamam, son kez sayıyorum. Bu kez mızıkçılık yok, arkama bakmadan nihayetlendireceğim sayıları. Ve saydığımda kalmayacak kimse… Dağılmış olacak herkes yerli yerine…

Başlıyorum, haydi saklan bensizliğe…

Sensiz bir…
Sensiz iki…
Sensiz üç…



Ağlamıyorum, bakma bana! Git saklan n'olur…
Sensiz elli dokuz…
Sensiz altmış…



Oldu muuuu? Saklandın mıı?
Gittin mi uzaklara?
Bitireyim mi saymayı?
Bitireyim mi bu sevdayı…


Sensiz bilmem kaç…
Sensiz bilmem kaçlar…
Karıştırdım sensizken kaçta kaldığımı…
Bırakıyorum o zaman saymayı…
Dönüyorum arkamı…


Önüm, arkam, sağım, solum, içim, dışım, aklım, fikrim “hiç bulamadığım ebe”!






venice & ne ki bu
 
 
Ağustos 2009

Anlık İleti - 6 / Ve Sen...

4 Temmuz 2009 Cumartesi

7 yorum  

Gün geçtikçe sessizliğe gömülüyorum,
Çıkarken bile duymadığın sesim artık hiç çıkmıyor
Ve sen hiç duymuyorsun beni...


Artık istesen bile duyamayacağın zamanlar yaklaşıyor
Ve sen hiç bilmiyorsun beni...


Sana attığım her adımda, sana yaklaşma çabalarım boşa çıkıyor
Kendimden de uzaklaşıyorum üstelik
Ve sen hiç görmüyorsun beni...


Umrunda olmadığım zamanları silip atmak istiyorum
Ve sen hiç umursamıyorsun beni...


Ben imkansızlıklara yelken açarken
Seni dilerken, sana yönelirken
Ve sen hiç anlamıyorsun beni...


Ben seni bu kadar çok severken
Ve sen hiç sevmiyorsun beni
Ve sen hiç sevmiyorsun beni
Ve sen hiç sevmiyorsun beni...




04.07.2009 / 00:20

Anlık İleti - 5

30 Haziran 2009 Salı

0 yorum  

Aylar, haftalar, günler, saatler geçiyor... Yalnızlık ve sessizlik dipleşiyor... Derinlerime düşüyorum her geçen dakika... Kimse bunun farkında olmuyor...


Kimsenin farkında olmasını istediğim yok ama; hiç mi belli olmuyor? Çaresiz bir insan hiç mi anlaşılmaz "uzaktan" bakıldığında? Uzaktan... Evet, uzaktaysa nasıl anlaşılsın ki...


Yaklaşan günlerde kendi doğum günümü değil, ölüm günümü kutlamak istiyorum. Büyümek değil, ölmek istiyorum. Ölümün soğuk kolları olduğunu söyleyenlere inat, ben o sıcak kollara kavuşmak istiyorum...


Ben zaten kendi derinliğimde boğulurken, en yakın diye tabir edilen kişilerin ilgisizliğinden, anlayışsızlığından yakınmak istemiyorum. Kendimle mücadele edemezken, sıkıntımın boyutunu anlatamaz ve anlayamazken insanların benim üzerime gelmelerini hazmedemiyorum. Ne kadar zor bir durumda olduğumu kimse anlamıyor ve anlayamaz da!


Gecenin bilmem kaçında, zangır zangır titreyen ellerimdeki ilacı ağzıma sokmaya çalışmayayım. Işıklar sönünce, saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlamayayım. Rahat olmam gereken insanların yanından, beni daha çok rahatsız ettikleri için kaçmayayım. Benim yanımda olduğunu sandığım insanlara da... Neyse. Ben tekim. Tek. Kimsesiz. O kadar.


Neyse ne. Neden yazıyorsam sanki... Gelip de okuyacak mısın? Gün gelip de beni anlayacak mısın?
Hiç de kendini o kadar değerli sanma. Bu kelimelerimin hiçbiri sana değil çünkü.



Bu kelimeler hiçkimseye değil!




İşte yazılan bu saat...

Rüzgar, Ben ve Sen

9 Haziran 2009 Salı

2 yorum  

Yürüyorum, yağmurla toprağın kavuşmasına az önce tanık olduğum mavi serinliği giymiş deniz kenarında… Attığım adımlar, kar tanelerinin gökyüzünden yere süzülmesinden de yavaş…


Düşünüyorum en saklımı… Yitiriyorum aklımı… Soğuk, yüzümü yalıyor, sensizlik canımı yakıyor… Aldırmıyorum… Ne aklıma, ne soğuğa ne de canımın yanmasına…


Takip ediliyorum sanki… Attığım her adımda belime dolanan rüzgar, seni düşünürken de beni rahat bırakmıyor. Ama sağ olsun, seninle yanan içime bir faydası dokunmasa da, serinletiyor seni düşünürken ateş basan yüzümü…


Zaten yavaş olan adımlarımdan iyice derman kesiliyor. Boş ve ıslak olan banka oturuyorum ıslak ıslak. Ne kadar çok ıslanmışım… Yeni fark ediyorum. Beni sarıp sarmalayan rüzgar yine iş başında. Sanki beni korumak istiyor bir şeylerden. Ya da ben mi yanlış anlıyorum onu? Beni hiç bırakmıyor rüzgar. Kollarını dolamış belime, halbuki benimle işi ne? Çok sonra anlıyorum. Rüzgar da benim gibi karşılıksız sevdaya tutulmuş… Bırakmıyor beni ama benim sevdiğim başka biri…


Rüzgar vazgeçmiyor benim gibi. Belli mi olur, ben de ileride rüzgarı severim belki… Hem sevmediğimi kim söyledi ki? Seviyorum rüzgar seni… Yüzüme değdiğinde verdiğin rahatlığı kimse vermiyor bana… Şu anda sarmalamandan anlıyorum beni ne kadar çok sevdiğini. İnan ben de seviyorum seni. Ama benim yüreğime kazınan başka biri…


Bilirim beni sevmekten vazgeçmeyeceksin, benim de onu sevmekten vazgeçmeyeceğim gibi. Ama sorun şu rüzgar; Ben biliyorum senin beni bırakıp gitmeyeceğini. Peki o biliyor mu, onu sessiz sedasız, uzaktan sevmeye devam edeceğimi?…




09.06.2009 / 16:42

Anlık İleti - 4 İletildi Raporu / Ablam'dan Bana...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

1 yorum  

YÜZÜNÜ DÖKME KÜÇÜK KIZ...



Yolunu kaybetmiş bir küçük yaprak düştü avuçlarıma.


"Solup gideceğim. Rüzgara kanışım ölümümdür!" diyen bir küçük yaprak...




Narin kıvrımları incinmesin diye ellerimden bir an olsun indirmedim. Baktım uzun uzun, ta ki hikayesini fısıldayana dek kulağıma.




Düşüşünü(mü) anlattı bana. Kabuk tutmaz sandığı acısını(mı) anlattı.
Gözyaşlarını görmüyorum sandı, oysa ellerim ıpıslaktı. Ve gözbebeğimin ucunda bir yağmur damlası...




Dinledim onu. Dinledikçe anladım kendi yolculuğumu. Ne kadar bendi anlattıkları. Anlattım ona. Bilerek, anlaması için zamanı olduğunu.




Birinden işittiklerimiz, bir yerde okuduklarımız anca içine düşüp yaşayınca anlam bulurdu. İzi kalmalıydı ki BİZİ oluşturabilsin.




Yalan sevmezdi küçük yaprak, en az benim kadar. O yüzden yalandan masallar anlatmadım ona. Umuda boyalı nice yarınları anlattım.




Kıpırdandı, omuz silkti avuçlarımda.




"Ben rüzgara kandım, kanıp düştüm. Düşüşüm ölümümdür. Benim yarınım yok ki." dedi defalarca. Kiminde mahcup, kiminde öfkeli...




Ona bakıp, gülümsedim.




Kaldırdım avuçlarımdaki küçük yaprağı semaya. Tepemizde dalları salınan ağacı fark etsin istedim. Gövdesine dokundum ağacın.




Bak küçük yaprak... Senin bir ömür kadar sevmeye meyilli yüreğin burda saklı!


Görmüyor musun, köklerin nasıl da tutunmuş toprağa?


Görmüyor musun, dalların rüzgarla bir dans etmeyi öğrenmiş?


Bak küçük yaprak senin özün bu salınan ağaç.


Bak, hemen yanı başındaki ben. Köklerimiz aynı toprakta sarmaş dolaş, görmüyor musun? Aynı yağmurla susuzluğumuzu dindiriyoruz.




Dinle bak, dudağımda senin için bir ıslık...




Yüzünü dökme küçük kız.
Bırak üzülmeyi
Yalnız sen misin bir düşün,
Unutan sevilmeyi.

Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır.

Yüzünü dökme küçük kız.
Kızma onlara.
Yalnız sen misin bir düşün,
Zincir oranda buranda
Her tutsağın bir kaçışı,
Uykunun uyanışı da vardır.

Yüzünü dökme küçük kız.
Yaşamın anlamını bul.
Sonra dinle kendini,
Yolunu bil.

Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır.




Yüzünü dökme küçük kız... Hüznün aynadaki suretim kadar tanıdık.


Yüzünü dökme küçük kız...


Seni seviyorum...


ABLAN


16.05.2009 / İkindi vakitleri...

Anlık İleti - 4 / Ablama...

8 Mayıs 2009 Cuma

0 yorum  

Neler oluyor böyle?
Nereye gidiyor her şey?
Ben bu kadar hareketsizken, bu kadar durgunken, bu hareketlilik niye?
Ne olur kaçmayın benden... Kimse kaçmasın... Kaçıp giderseniz daha çok canım acır...
Bunalttım mı sizi? Çok mu sıktım? Çok mu meşgul ettim?
Sizi çok mu sevdim?...
İnandıramıyor muyum kendimi?
Ben yalan söylemedim. Ben yalan sevmedim. Ben yalandan sevmedim.


Yolunu kaybetmiş evsiz bir çocuk gibiyim...
Yolunu kaybetmenin hiçbir anlamı olmayan, zaten evi olmayan bir çocuk gibi...
Dalından kopmuş, savrulan bir yaprak gibiyim...
Zaten dalından koparak ölmüş, savrulmasının hiçbir anlamı olmayan bir yaprak gibi...


Şimdi hata bende mi?
Sevmediğini düşünmem, seni sıktığımı düşünmem, benimle konuşmak istemediğini düşünmem... Bunları düşünmem hata mı?
Senin, benim için çok değerli olduğunu, gerçekten ama gerçekten bir ablam olduğunu düşünmem ve bütün bu düşündüklerimin birleşince canımı yakması hata mı?


Seni çok severken, her geçen gün senden uzaklaşıyor olma düşüncesi...
Doğru değil bu değil mi? Ne olur doğru olmadığını söyle... Ama içinden gelerek... Ne olur, "Sen benim gerçekten ama gerçekten kardeşimsin ve ne olursa olsun benimlesin" de. Nasıl ki kanından canından kardeşi ne yaparsa yapsın ondan uzaklaşmaz insan, ne olur biz de öyle olalım...
Ama eğer beni sevmiyorsan da ne olur söyle... Bileyim bunu...


Anlatamıyorum...
Olsun...


Ben seni çok seviyorum ablam. Bu yeter, değil mi?
Geceler boyunca senin için gözyaşı dökecek kadar... Seni üzmemek için susacak kadar... Seni meraktan uyuyamayacak kadar... Benim için ne kadar değerli olduğunu ifade edemeyecek kadar... Sana hiçbir faydam olmadığı için kafamı duvarlara vuracak kadar çok seviyorum seni ablam...


Bunların senin için hiçbir önemi yok mu?
Bunların senin için hiçbir anlamı yok mu?
Biliyorum, var. Olmalı...
Biliyorum...
Biliyorum...
Biliyorum...
Sen benim canım ablamsın. Biliyorum...
Seni çok seviyorum...


08.05.2009 / 01:35

Anlık İleti - 3 / Özür Dilerim...

7 Mayıs 2009 Perşembe

0 yorum  

Yalnız başıma "sensizlikle" başa çıkamıyorum... Ne olursun anla...
Anla artık, dayanamıyorum...
Anla artık, tükeniyorum...
Anla artık, sözlerim sana...
Anla artık, gözyaşlarım sana...
Anla artık, korkuyorum...
Anla artık... Beni anla... Sana olanı anla... Sensiz yapamadığımı anla...
Bir de rica etsem;
Seni ne kadar çok sevdiğimi anla...

Hiç mi olmayacak gerçekten? Hiç mi sevmeyeceksin? Hep mi imkansız olacaksın benim için?
...
İmreniyorum sana...
Böylesine bir sevgiye kayıtsız kalabilmeyi başarıyorsun ya...
Çok güçlüsün sen...
Hayranım sana...

Senin için, hep silik bir nokta olacağım değil mi? Gerçi ben senin için "hiçbir şey"im... Hangisi daha kötü, bilemedim...


"Sus" diyorum kalbime, beni dinlemiyor... Özür dilerim...
Seni ilgilendirmeyen şeyler yazdığım ve hissettiğim için çok özür dilerim...
Çok özür dilerim seni çok seviyor olduğum için...


07.05.2009 / 02:55

Anlık İleti - 2

4 Mayıs 2009 Pazartesi

0 yorum  

Kaşlarım çatık yine bu gece. Şu an, şu sıra... Her an ekranı parçalayacak gibi hazırda duruyorum. Bakışlar sert, sözler sert, düşünceler sert...
Sen hiç mi, o kişiden habersiz saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca ağlamadın?...
Sen hiç mi, o kişinin duymayacağını bile bile ona yalvarmadın?...
Sen hiç mi, o kişi için kendini hiçe saymadın?...


Düşünmek istemiyorum seni, anlıyor musun?
Şu an sinirliysem, canım yanıyorsa, delicesine seviyorsam ve ağlıyorsam hepsi ama hepsi senin yüzünden. Evet, senin yüzünden işte. Suçluyorum seni. Seviyorum seni...


Seni düşünmekten başka bir işe yaramayan şu kafamı parçalayasım var. Boşa kürek çeken yüreğimi alıp elime parçalayasım var. Elime ne geçerse parçalayasım var...


Delireceğim artık, delireceğim. Benim sesli-sessiz çığlıklarımı kimse duymuyor. Acımı-mutluluğumu asla olduğu gibi yaşayamıyorum. Patlayacağım ya.


Şu an etrafıma bakıyorum ki elime ne geçirip de neyi kafamda parçalayabilirim...
Neden sinirimi alamıyorum...
Sıkıyorum ellerimi...
Elime geçen sehpayı...


Sus artık, sus!
Her şeyi söylemek zorunda değilsin.
Kapa çeneni!...
...




04.05.2009 / 00:50

...Gelse

2 Mayıs 2009 Cumartesi

0 yorum  

Bir el gelse…


Elimin üstüne… Dokunsa…


Hiç bırakmasa…






Bir göz gelse…


Gözümün üstüne… Baksa…


Hiç kaçmasa…






Bir dudak gelse…


Dudağımın üstüne… Değse…


Hiç ayrılmasa...






Bir yürek gelse…


Yüreğimin üstüne… Birleşse…


Hiç terk etmese…






Bir sen gelse…


Benin üstüne… Tek olsa…


Hiç bırakmasa…
Kaçmasa…
Ayrılmasa…
Terk etmese…


02.05.2009 / 00:52

Dur Meyletme!

26 Nisan 2009 Pazar

0 yorum  

Gelmeni istiyorum en basitinden. En rahat olan şekliyle. Anlat beni kalmasın hiçbir eksik. Sana güveniyorum, sende kendimi arıyorum. Olacak biliyorum. Sabırsızca bekliyorum. Gülümsüyorum, işte geliyor diyorum.
Sonra bir bakıyorum sen değilsin o, ya da getirdiğin ben değilim. Yine kayboluyorum.
Bekliyorum gün olur da gelirim diye.


Sonra bir bakmışım ki ben onda kaybolmuşum.
İçinde, derinde bir yerinde. Gülümsüyor bana yüksekçe bir yerde. Öne meylediyor, içimi korku kaplıyor. Ya giderse, ya düşerse… Elim de yetişmez ona taa buradan. Dur diyorum çığlık çığlığa çıkmıyor sesim bu muallakta.
Düşeceksin yüreğime, dur meyletme!...Kendin düşeceksin beni de düşürme. Yiteceğim sende. Korkuyorum bundan anlamıyor musun? Peki o zaman bak gözlerime. Senin için bu yaşlar. Değer biçmediğin kendin için. Değer biçmediğin sevgin için. Hiç göremeyeceğim gözlerin için...


Kasım-Aralık 2008 civarları / Gece yarısı...

Bilirsin, Bilmelisin...

0 yorum  

Gecenin siyah sessizliğine inat, kulaklarımı yırtarcasına yankılanıyor o kahkahalar... Belli belirsiz kareler var, gelip geçiyorlar gözlerimdeki perdenin arkasından... Bu görüntüler neden arkada? Saklanılması mı gerekiyor? Neden cesaretsizce davranıyor o kareler? Cesarete gelmesi gereken başka şeyler var aslında... Ha gayret... Ama biraz daha zaman var işin ucunda.


Hiç yüksünmüyor musun? Zordur sevda. Hele ki benle...


Seni zora sokmak istemiyorum. Al gönlümü git. Ama beni bırak. Al gönlümü aklımdan çık ve git... Durma buralarda. Acı verirsin daha çok kızarım sana sonra.


Sen bunları hak etmezsin bilirim. Seni severim bilirsin... Seni severim bilirsin... Seni seviyorum bil ne olursun...


Git dedim ama acıtmadan. Sızlatmadan. Ben farkında olmadan. Sessizce... Ne yaptın? Kanıyor işte yüreğim. Ne dedim ben sana? Ne olacak şimdi bu halim? Sorumlusu sensin. Seni severim bilirsin. E o zaman nedendir bana acı verişin? Yoksa sen beni hiç mi sevmezsin... Seni beklediğimi bilirsin... Kızsam da, kanatsan da bekliyorum bilirsin... BİLMELİSİN...


Sende kalsın bunlar, elimdekiler ve yüreğimdekiler.
Sende kalsın sevdam, bende daha fazla solmadan.
Sende kalsın gülüşler, yoksa bende anlamını yitirecekler.
İyisi mi sende kalsın ismi, yoksa düşündükçe bitirecek beni...


Kasım-Aralık 2008 civarları / Gece yarısı...

0 yorum  

Uzaktan baktı sadece. Yanına gitmeye cesaret edemedi. Sevgi cesaret mi kırardı cesaret mi verirdi? Zor muydu bu kadar ona ulaşmak? Engel neydi aradaki? Sonradan farketti. Onunla arasına giren kendisiydi. Bu böyle olmayacaktı. Kurtulmalıydı kendisinden. Eline aldığı tabancayı şakağına dayadı. Silahın patlamasıyla uyanması bir oldu...


Kasım-Aralık 2008 civarları / Gece yarısı...

Anlık İleti - 1

21 Nisan 2009 Salı

0 yorum  

Yok işte yok. Ne ismi ne cismi, hiçbir şeyi yok bunun. Anlamı da yok. Yazacak bir şey de yok aslında. Gözyaşlarım yetmiyor mu yaa? Konuşmaya ne hacet? Sanki konuşsam da umrunuz da mı? Siz mutlusunuz. Hepiniz mutlu. Ama ben değilim. Gün geçtikçe de daha da kötüleşiyorum. Ölmek istiyorum anlıyor musunuz? Hayır, anlamıyorsunuz işte. Yeter bu kadar! Kendime zarar vermek istiyorum, vermeye de başladım zaten. Kan akıtmak istiyorum.
Siz hiç günler boyu çatık kaşlarla dolaştınız mı? Her şeye ama her şeye sinir oldunuz mu? Şu anki halimi tarif edeyim mi? Hadi edeyim. Yerde oturuyorum, bağdaş kurmuşum. Kulağımda kulaklık, sesini iyice açtığım haykıran bir müzik dinliyorum. Dişlerimi sıka sıka şarkıya eşlik ediyorum. Bacaklarım sinirden titriyor, habire sallıyorum. Kaşlarım çatık, ekrana nefretle bakıyorum. Çenem titriyor, çünkü ağlıyorum. Midem delinmişçesine, başım çatlarcasına ağrıyor. Tanıdınız mı? Bu benim işte. Kaç zamandır bu halde olan ben. Tanıştığınıza memnun oldunuz mu? Bence olmadınız. Olmayın da.
Her neyse. Niye uzatıyorum ki bu yazıyı. Bitti işte. Bu kadar.


22.04.2009 / 00:10

Gitmeliyim Benden...

0 yorum  

Kaç bilinmezli bir denklemim acaba?... Kovalanmadığım halde kimden kaçıyorum?... Bana sen mi ağır geliyorsun, yoksa ben mi? Gel, sen bende kal, rahat et. Ama ben gitmeliyim benden… Sessiz bir veda busesi olup, yanağına usulca konup, son kez sana dokunup gitmeliyim benden…


Varlığım seni alakadar etmedi, amenna; yokluğum da etmeyecektir mutlaka. Neden o zaman bu veda? Kime ya da?... Sahip çık desem bana? Doğru ya, gerek yok buna… Gitmeliyim çünkü benden… Sahip çıkacağın bir ben yok ortada…


Sorarım sana, merak eder misin beni? Yokluğumda arar mı gözlerin bir derbederi? Aklına düşer mi, ne oldu, neden kayboldu bu deli? Çok uçtum yine değil mi? Sen beni… Sen beni… Sen beni merak etmezsin ki…


Bakmayın bana öyle. Bir derdim yok benim. Gözüme toz kaçtı, biraz da sancım var, o yüzden kıvranıyorum. Bildiğiniz, basit gaz sancısı. Kalbimde gaz var. Hava almış galiba, havasını almış… O yüzden bu sancı.


Ne diyordum?
Evet, sen! Soru işaretleri ardında saklanan kahraman!
Umursamıyorsun seni ne kadar çok sevdiğimi değil mi? Aklına hiç düşmüyor değil mi sözlerim, gözlerim… Senin, benim gibi hiç iştahın kaçmıyor değil mi? Sebepsizce miden bulanmıyor, gözlerin dalmıyor ve gözlerin dolmuyor… Geceleri yatakta saatlerce düşündüğün, uğruna gözyaşı döktüğün biri ve uyku nedir bilmediğin zamanların yok… Canın ne kadar acırsa acısın seni iyi zannetsin diye uğraştığın, üzülmesini istemediğin biri yok… Hele ki saatlerce ağlaya ağlaya, titreye titreye, mide ağrısından kıvrana kıvrana donuk bakışlarla adını sayıkladığın biri yok… Olmayacağını bile bile yeşermesini beklediğin bir umudun yok…


Aman, olmasın. Kendimden biliyorum ben, olmasın. Tarif edilmez acılar yaşamanı istemem. Ben… Ben kıyamam sana. Ölürüm…


İşte bunlar yüzünden gitmeliyim ben benden. Eğer bir gün gelip de beni bulamazsan, sorabilirsin beni… Seni nasıl sevdiğimi…




Şimdi yolculuk vakti…




20.04.2009 / 19:50

Karanlık, Sessizlik... Ne Bileyim İşte...

0 yorum  

Sessizliğin ayazına çalmış sesim. Sesim, tek başına çıkmıyor. Üşüyor, korkuyor… Elinden tutuyorum ben’in ama bana pas vermiyor. Ben de beni yalnız bırakıyor. Amaçsızca dolaşıyor ortalıkta.


Gecenin karanlığı, insanların yokluğu, ben’in sessizliği artık beni korkutmuyor. Karanlık güzeldir aslında. Sadece belirsizliğinden korkarız o kadar. Sessizlik de çok güzel. Ben hep sessizim. Aslında konuşmuyor değilim. Konuşuyorum ama dudaklarım kıpırdamıyor. Yoksa her daim beynimdeki çatışma devam ediyor. Sesimle sözlerim çakışmıyor. Gözlerimden boşluk akıyor yaşlar eşliğinde. Kimse anlamıyor. Ama ben güzel rol yapıyorum. Aferin bana.


İçimde yabancı bir ben var. Öylesine yabancıyız ki birbirimize. Ölesiye yabancıyız birbirimize. Onunla da konuşmak istemiyorum. Keşke diyorum, onu çok sinirlendirsem, o da beni öldürse!


Yağmurun yağışını saçlarımın arasında hissetmek istiyorum. Sorgusuz sualsiz ıslanmak, sonrasında da hastalanmak istiyorum. Nasılsa acısını ben çekiyorum.


Yürümek istiyorum. Yürümek, gitmek… Neresi olduğu önemli değil. Sadece güzel yer olsun. Ağaçlar olsun, genişçe bir yol… Yağmur olsun yağdığında toprağı kokutan mis gibi. Bir de ben olayım. Yalnız ben! Yalnız, ben! Hiçbir şey düşünmeyeyim. Artık ağlamayayım.


Hiç yapılmamış tasvirler yapayım. Sevileyim, sevmeyeyim. Ya da sevdiğim zaman sevileyim. Sevgimi tasvire bulayayım, kendimi bulayım…


Beni anlatan, iyi anlatan kelimeler istiyorum. Ya da beni anlatan, iyi anlatan bir sessizlik istiyorum. Bakıldığında görülmeyen, konuştuğunda duyulmayan bir sessizlik. Konuşmak istiyorum ama sessizlik kadar. Sessiz kalmak istiyorum ama çığlık çığlığa… Ama çığlık çığlığa…




18.02.2009 / 01:18

Bayrama Dair...

0 yorum  

“Nerede o eski bayramlar…” demeyeceğim. Çünkü değişen bayramlar değil, insanlar. Ben, “toplanırdık bütün aile, herkes orada olur, eller öpülür, havada kolonya kokusu, gülüşmeler derken…” tarzı şeyler bilmem mesela. Yok hayır, eski bayramları suçlamıyorum, ne günahı var gariplerin? Teknoloji ilerledi, samimiyet geriledi. İnsanlar artık birbirlerinin yüzlerini görmeye gerek duymuyor. Hadi yüzleri görmeyi geçtim, seslerini bile duyamıyor. Kalıp kalıp mesajlar, Çin malı modası kıvamında. Telefonda gözüne çarpan, mecburiyet hissedilen kişilere, istemeye istemeye atılan bir iki mesaj. Ne o? Bayramlaştık!!!


Kolonya yerine samimiyet kokan bayramlar nerede? Hiç kimsesi olmayan insanları en son ne zaman ziyaret ettik? En son ne zaman üzgün bir kalbi gülümsettik? Kendi adıma cevap vereyim, hatırlamıyorum!


“Sıradan bir bayram”dı yine bu yaşadığım. Hatta bu seferki daha tatsız. Tuzu mu azdı, şekeri mi anlamadım! Kesilen kurban bile görmedim. Eve gelen etleri görünce biraz biraz idrak ettim. Eskiden babamlar bayram namazından eve gelince, gecesinde bayram heyecanından uyuyamayan ben, yeni ve güzel elbiselerimi giyer, hep beraber kahvaltı edip, bayramlaşırdık. Ne güzeldi… Akrabaları ziyaret etmek daha bir keyifliydi. Küçüklüğümde hatta bir sefer ben de sokakta arkadaşlarla zillere basıp kaçmıştım. Oh be! İyi ki yapmışım. Ama hiç, başkalarından şeker toplamadım. Demek ki o zamanlar da tuhafmışım. Daldım eskilere, eskimeyenlere…
Ne diyordum? Ha evet. Bu bayram hep birlikte toplanıp bayramlaşmadık bile. Babamın elini zannedersem bayramın 3. günü öptüm. Ne acı… Allah’tan dayım ve teyzemler aynı anda geldiler de evde bayram tadında bir curcuna oldu…


Yok artık. Eski tadı yok, ne bayramların ne de insanların… Elini öpebileceğim bir büyüğümüz bile yok. Dedem uzakta. Elini öpüp, ona sarılamıyorum ki. Telefonda söylenen “Bayramın mübarek olsun” lar çok yavan. Anneannem de gideli hayli zaman oldu…


İnsanlar keşke birbirlerini daha çok sevse, birbirlerine daha çok değer verse… Daha sıcak bayramlar olsa, muhabbetlerden samimiyet tütse. Kalp kıran sözler söylenmese. Eskisi gibi, bayramlar güzelliğe vesile olsa, gönüller alınsa, sürprizler yapılsa, hediyeleşilse, gülümsemeler hiç eksik olmasa yüzlerde…


Yalnızlığa terk edilmiş insanların da bayramı kutlansa. Katı kalpler biraz yumuşasa. “Höyt!” diyen dedeler, torunlarını kucaklasa. Hatta mesela Noel Baba’nın dağıtmadığı fazla hediyeler, tepelerine bomba yağdırılıp anne-babasız bırakılan çocuklara verilse. Hadi Noel Baba, yap bir güzellik. International adamsın sonuçta.


Noel Baba, hediyeleri dağıtadursun, ben müsaadenizi isteyeyim. Ha bu arada, yediğiniz şeker ve çikolataların haddi hesabı yok. Ayıp yani, yiyen var yiyemeyen var. Bir de benim gibi canı pek istemeyenler var…


Sözü uzatmadan artık nice nice hayırlı bayramlara diyeyim. Alayım elime telefonu, şu gelen kalıp mesajlara bakayım. Hatta telefon elimdeyken bir tane de size yollayayım hiç adetim değildir ama, şeker tadında bir mesaj bu:


Seni üzenleyin topu patyasın, şekeyi çamuya düşsün, anneleyi onnayı hep dövsün, misketleyi kayboysun. Çay baydayını ellesinley, elleyi cıs olsun, dişleyi çüyüsün şokomel yiyemesin. Bayyamda kimse onlaya paya veymesin, yeye düşsünley uf olsunlay…



Bayramınız Mübarek Olsun…
2008 Kurban Bayramı…

Yaşlı Yaşlar

2 Nisan 2009 Perşembe

0 yorum  

Yalnızlığa vuran bir vakit… Sessizlik can acısı… Sessizlik duygu sancısı…
Görünürde hiçbir şey yok. Hareket yok. Kişi yok. Ses yok. Sen yoksun. Ben de yokum…
Boş bakışlar var, anlam yüklenmekten aciz… Susuşlar var, kelimelere savaş açan… Soğuk var, sensizliğe bulanmış… Bir de kalp var ki… Bir de kalp var ki atışında sen, bakışında sen, sesinde sen, sessizliğinde sen, yaşında sen, yaşlılığında sen… Her daim sen…


- Akan yaşı umursamaz, yaş düşer yere kırgın halde -
Pıt…

Uzun yıllar oldu… Senli uzun yıllarım oldu kısacık gelen. Sensiz uzun yıllarım oldu takvim eskiten. Yaraya merhem diye basılan, adına zaman dedikleri meret bana uğramadı.


Pıt…


Gönülüm… Gönül gözüm… Göremiyorum, sensizim… Hani bırakamayacaktın beni?… Gitmeyecektin bensiz bir yere?… Haykırsam şimdi ne çare?... Duyar mısın bilmem ki, döner misin geri?... Çok oldu sen gideli… Yaşıma başıma bakmadı bu akan yaşlar… Aktı, durmadı tek bir gün bile… Neden yoksun gönül gözüm, nedeeen, nedeeen, nedeeen?…


- Burnunu çeker hafifçe -
Pıt…

Çok fazla değil mi bu ihtiyar yüreğe sensizliğin acısı? Gözümden akan yaşlar kaç yaşına girdi, bilir misin? Eskiyorum, yıllanıyorum onlarla birlikte. Benim, senin sevgine tutunduğum gibi tutunuyor yaşlar bana… Düşmüyorlar yakamdan. Öyle bağlılar ki bu koca ihtiyara…


- Yavaş adımlarla odayı geçer, merdivenlere ilerler, konuşurken gülümser -


Bak görüyor musun gönül gözüm? Akan her damla yaşımda ne güzel anılar var. Seninle yaşadığımız her şey yaşlarımda saklı. Öyle çok sahiplendim ki onları, okudum her birini sayfalarca, izledim sonu gelmeyen bir film tadında…


- Çenesinin altına kadar inen yaşı önemsemez, silmek için uğraşmaz, nasılsa yine düşecektir -

Biliyorum, seninle yakında kavuşacağız. Seni öyle özledim ki… Kırış kırış olan yanağında elimi gezdirmeyi, masumca bakan gözlerine bakıp gülümsemeyi, elini yavaşça tutup üzerine bir öpücük kondurmayı… Ama yakındır gönül gözüm, bunları yapabilmem yakındır. Bekle beni…


- Yaş, adamın çenesinde asılı kalmıştır resmen, düşmüyordur yere, yılların hatıraları ayrılmıyordur bir yere. Merdivene gelen adam, ayağını aşağı atar ama toparlayamaz kendini, alt kata kadar yuvarlanır yılların ağırlığıyla. En son basamakta kalır hareketsizce ve ağzından son birkaç kelime daha duyulur -


Gönül gözüm! Geliyorum, bekle beni…


- Ve son yaş da -
Pıt…


23.03.2009 / 04:56

Soluk Soluğa Serinlik

0 yorum  


Çok karanlık ve geniş koridorları olan bir bina…
Camlarından içeriye ışıklar giriyor. Ama çok az. Gölgen dahi oluşmuyor, düşmüyor peşine.


Sadece yürüyorsun, donmuş bir vaziyette. Bir noktaya bakarak sadece…
Ellerin ve ayakların senden habersizce salınıyor, hiçbir şeye izin vermiyorsun. Daha doğrusu önemsemiyorsun. Sadece yürüyorsun…
Hedefin o taa ilerideki camlara ulaşmak.
Sessizce adımlar atıyorsun. Ayak seslerin belli belirsiz duyuluyor.
Her yer karanlık. Ümit ediyorsun ilerideki ışığa ulaşmayı.
Ama faydasız galiba…


Gözlerin sabit.
Ellerin ve ayakların istemsiz salınıyor. Gidiyorsun işte, nasıl gittiğini bilemeden…
Seni yürüten karanlık mı yoksa içindeki ulaşma arzusu mu kestiremiyorsun. Kestiremeyince kestirip atıyorsun bu düşünceyi aklından, hiç bulaşmıyorsun. Onlar da sana bulaşmasın yeter.


Işık uzak…
Umut uzak…
Ümit uzak…
Sen varsın sadece senin yanında, karanlıkla koyun koyuna.
Yutmuş seni karanlık ya da sen yutmuşsun karanlığı.
Nereden mi biliyorum?
Çünkü için de hep karanlık...


Yaklaştın cama…
Hadi hızlan ama…
Bir kapı gıcırtısı duyuyorsun. Koca binada, geniş koridorlarda yankılanıyor.
Korkuyorsun!
Kaskatı kesiliyorsun!
Karanlık donuyor, sen de donuyorsun!
Yavaşça iniş kalkışların var…
Nefes alıyorsun…


Yaşadığını hissettiğin an koşmaya başlıyorsun!
Hızlanıyorsun
Hızlanıyorsun…


Ve cam…
Yaklaştın.


Işık…
Yaklaştın.


Sadece koşuyorsun…
Ve atlıyorsun.
Sadece atlıyorsun…




Ve serinlik.
Sadece serinliyorsun…
Sadece serinliyorsun...
Sadece serinliyorsun ölümün soğuk kollarında...






04.03.2009/ 02:40

Bir Resim

0 yorum  




Elindeki resme uzun uzun baktı genç kız. Resmin üzerinden ne kadar geçtiğini düşündü. “Vay be” dedi, “Tam 7 yıl olmuş bu resim çekileli”. Hiç farkında değildi, o sallanırken babası resmini çekmişti demek ki, gerçi nasıl fark edecekti ki gözleri görmüyordu o sıralar. O zamanları ve resmin çekildiği anı hatırlamaya çalıştı…




Evleri şehirden uzak, dağların arasında, gürültünün ve stresin olmadığı bir yerdeydi. 13 yaşındaki kızları, 4 sene önce gözlerini kaybettiğinde, şehir yaşamının karmaşasından biraz olsun uzaklaşmak için buraya yerleşmişlerdi. Bu aile, bahçeleriyle ilgilenir, sahip oldukları birkaç hayvanı besler, temiz havayı içlerine çeker, enerji depolarlardı.
Mutlulardı. Yüzlerinden gülümseme eksik olmazdı. Sahip oldukları şeyler için daima şükrederlerdi. Sahip olamadıklarına takılmazlardı asla.

Babası, kızının resimlerini çekmeyi çok severdi. Ümit ederdi hep, bir gün kızının gözleri açılacak ve çektiği resimlere baba-kız bakacaklardı. Buna inancını hiç yitirmemişti. Kızları da hiç ümitsizliğe düşmemişti. Sonuçta gözlerinin olmaması, güzellikleri maddi açıdan göremeyeceği anlamına gelebilirdi fakat önemli olan maddiyat değildi. Gözlerinin görmüyor olması, yüzünün de gülmeyeceği anlamına gelmiyordu. Gülüyordu, neşe doluydu kız. Salıncakları çok severdi. Nerede olurlarsa olsunlar, babası ona mutlaka salıncak yapar, annesi de sallardı kızını. Salıncakta çekilmiş öyle çok fotoğrafı vardı ki…



“Bu da onlardan biri olmalı” diye düşündü genç kız. Şu an baktığı resim tam bir kartpostal gibiydi. Güneş ne de yakın gözüküyordu… Bulutların arasından resme gözükmek için büyük çaba harcadığı belliydi. Bir sonbahar günüydü. Ağacın bir tek yaprağı bile kalmamıştı. Yine babasının ona yaptığı salıncakta sallanıyordu kız. Bağlı olmayan saçları ne de güzel savruluyordu sallanırken… Hatırlıyordu genç kız o anı…


Sallanırkenki rüzgarı hissetti bir an… Çıplak ayaklarına vuran, saçlarını dağıtan rüzgar… Bir yandan güç bela kendisini ısıtmaya çalışan güneş… Ve o ağaç… Sonbaharın vurgununu yemiş, kurumuş ağaç… Ah ne de güzeldi… Ve tabi bir de habersiz resmedilmek…

Resim, sanki bir gece yarısı resmiymiş gibi duruyordu. Resmin hikayesini bilmeyen, onu çok karamsar bir resim olarak düşünebilirdi rahatlıkla. Siyah-beyaz efekt uygulamıştı babası resme. “Babam benim” diye iç geçirdi genç kız, gözlerinden akan birkaç damla yaş eşliğinde. Ama yine de her zamanki gibi gülümsüyordu. Gözlerini kırpıştırdı ve “Hayatta olsaydın da beraber baksaydık bu resme” dedi.
Genç kızın gözleri 3 sene önce yapılan bir operasyonla açılmış ve genç kız, hayatın renklerini yeniden görmeye başlamıştı. Maddi imkansızlıklardan dolayı ameliyat geç yapılmıştı ama aileden kimse ümidini kaybetmemişti. Ve de umdukları gibi oldu. Hiçbir zaman hayattan ellerini çekmeyen bu aileyi, hayat yoramamıştı. Onlar kazanmış, kızlarının gözleri açılmıştı. Babasını kaybettiği sıralarda henüz açılan gözlerinden akan yaşlar, hayatın geri kalanında, genç kızın gülümsemesine mani olamamıştı…







“Hayatımızda karşımıza çıkan her karenin aslında göründüğü gibi olmadığını anlamak çok da zor olmasa gerek. Sadece iç dünyamızın kapılarını biraz aralasak yeterli olacaktır. Belki de tüm siyahlığın ardında rengarenk bir hayat vardır…
Bakmakla yetinmesek, ah keşke görebilmeyi denesek…
Keşke gerçekten görebilsek…”

07.03.2009 / 23:34

0 yorum  

Soğuk rüzgar, düzeltmeye yeltenmediği saçlarını savuruyordu sertçe. İki eli de montunun ceplerindeydi. Bakışları sert ve sabitti. Denizin karanlıklarına dikmişti gözlerini. Çok seyrek kırptığından mı, soğuktan mı yoksa ağladığından mı bilinmez, gözleri yaşarmıştı. Arkasından geçen arabaların seslerini hiç duymuyor gibiydi. Oturduğu bankta mıhlanmış kalmıştı resmen. Vakit sabaha çalıyordu. Onun için ne vaktin, ne insanların, ne seslerin önemi yoktu… Aklındaki düşünceler onu öylesine boğuyordu ki, montunun ceplerindeki ellerini yumruk yapmış sıkıyordu farkında olmadan. Gözlerini yummuş, dişlerini birbirine kenetlemiş, arada bir iç çekmek için ağzını aralıyordu. Ağlamaktandı galiba nefessiz kalışı… Uzaktan bakıldığında cansız bir mankeni andırıyordu. Hiç kıpırdamıyordu. Rüzgarda savrulan saçları gözlerine giriyordu. Ama onun umurunda değildi anlaşılan. Gözlerini araladı, birkaç damla yaş düştü yanaklarına. Dişlerini sıkmış ve gözünden yaşlar akar vaziyette birkaç kelime söyledi ama ne dediği anlaşılmıyordu. Yavaşça süzülen yaşlar yerini sağanağa bırakmıştı…
Bir yerlerden ezan sesi duyuluyordu. Sabah olmuştu. Ama onun için değil. Diğer insanlar için sabah olmuştu. Yavaşça ayağa kalktı. Birkaç adım attı. Denize yaklaştı. Ellerini cebinden çıkardı. Gözlerindeki yaşları sildi. “Bekle beni” dedi ve kendini serin sulara bırakıverdi…
Arkasında bir dolu soru işaretiyle kendini serin sulara bırakıverdi…


24.02.2009/01:45

0 yorum  

Yağmur yağıyordu…
Bardaktan boşalırcasına…
Hava da çok soğuktu. Onunsa üstünde sadece incecik bir tişört vardı. Ayağında ev terlikleri...
Koşuyordu…
Yağmurda…
Arkasına bakmadan. Hem ağlıyor hem koşuyordu.
Arkasından ona ne seslenecek biri vardı ne de gecenin bu saatinde karşısına çıkacak bir Allah’ın kulu…
Yüreği bedenine sığamaz olmuştu. Hıçkırmaktan, yorulduğunun da farkında değildi. Köşeyi döndü. Hani daha geçen gün beraber geçtikleri yola girmişti…
Hiç duraksamadı, koşuyordu… İçine sığmayan yüreğini alıp atmak istiyordu içinden…
Koşuyordu…
Yağmurda…
Dayanamıyordu, duramıyordu, hıçkırıyordu, ağlıyordu, koşuyordu, nefessiz kalmıştı, umurunda değildi.
Bir anda önünde nereden geldiği belli olmayan bir ışık belirdi. Ama o koşmasına devam etti.
Koşuyordu…
Ne olduğunu anlamadı. Havada birkaç takla attı. Bedeni sertçe yere çarptı. Gözlerini açtı. Yüzüstü düşmüştü. Ona çarpan arabanın sesi duyuluyordu yanında. İçindeki adam arabadan çıkmış, ona bir şeyler söylüyordu ama o anlamıyordu adamın dediklerini. Yüzünde bir sıcaklık hissetti ve ağzında fazlasıyla kan tadı.
Ağlaması durmuştu ve hatta yağmur da…
Gülümsedi…
Adama bir şey işaret etmek için kaldırdığı eli, karanlık betona sessizce düşüverdi…
Yaşlı gözleri kapandı, yüzündeki o masum gülümsemeyle…
Ve yağmur yeniden başladı…


23.02.2009/01:20

0 yorum  

Yattığı yerden rahatsızca doğruldu. Saatlerden beri kapamaya çalıştığı gözlerine bir türlü uyku girmemişti. Söylene söylene karanlıkta banyonun yolunu tuttu. Koridordan geçerken sokak lambalarının içeriye vurduğu ışıkları ona oyunlar oynuyordu duvarlarda. Ama o hiçbiriyle ilgilenmiyordu. El yordamıyla ışığı buldu. Eliyle aranırken, daha geçen gün nasıl da O'nun elini tutabilmek için elini yavaşça hareket ettirişini hatırladı... Işığı yaktı, girdi banyoya. Evde yalnız olmasına rağmen kapıyı içeriden kilitlemeyi ihmal etmedi. Bunu neden yapmıştı o da bilmiyordu. Ellerini lavaboya dayadı. Gözlerini aynadaki kendisine dikti. Dudaklarından başladı kendini süzmeye. Burnu, yanakları, gözlerinin altındaki morluklar ve gözler... Gözlere takıldı kaldı. Onlarla karşılaşmak pek hoşuna gitmemişti. Dikti gözlerini gözlerine. Kaşları çatıldı. Gözleri daldı, gözleri doldu...


...
Artık kendine hakim olamıyordu. Hatırına gelenler canını çok yakıyor, ağlamasını durduramıyordu... Sağ elini kaldırdığı gibi aynaya bir yumruk attı. Canı yanmamıştı ama şimdi ortada kırılan bir ayna ve kan boşalan bir el vardı...
Umurunda olmadı hiçbir şey... Artık karşısında gözlerini görmüyordu. Paramparça ayna aralarına girmişti... Elinden kanlar damlaya damlaya kapının kilidine uzandı, emindi, kapı kilitliydi. Sağlam eliyle kırık bir cam parçası alıp, kanayan elinin bileğini çizdi...



Şimdi yerde sadece kan damlaları değil, kendisi de vardı... Cansız bir halde...


23.02.2009/01:05

Sebepsizliğimin Sebebine Dair - 5

0 yorum  

Beni umursamayışlarına bulanıyor duygularım
Bir umursamayış, iki, üç, dört…
Boğuluyorum bir sürü adedince…


Sen beni hiç yormuyorsun
Teksin, aramıyorum seni
Karıştırmıyorum başkalarıyla
Bir tanesin zaten
İşte oradasın.
Neresi mi?
Elimin yetişmediği yerde…
Gözyaşlarımın görülmediği kadar uzak bir yerde…
Görmeye tenezzül etmediğin bir yerde…
Belki de bir yersizlikte.
Belli bir yer olsaydı eğer
Kendime anlam yüklerdim teker teker…


Tüm anlamlarım sana
Anlamsızlıklarım bana.
Susuşlarım, gözyaşlarım, umutlarım sana
Ben sana…
Hiçbir şey kalmadı benden geriye bana…


Karanlıkta dağılmış bir yap boz gibiydim…
Parçalarım görülmüyordu bile ortalıkta.
Bir gülüş düştü sonra yüreğime
Parçalarım birleşti tarifsizce.


Yüreğim bana seslendi
Beni bulduğunu haber verdi.
Kendimi görecektim heyecanlıydım
Şifreydi gülüşün,
Kendime ulaşmamdaki…
Ama aldın onu elimden
Kanadı ellerim sensizlikten…


Gülüşün nerede…
Sen neredesin…
Yalvarırım es geçme…
Anlatamam sana bu yüreği…
Anlayamazsın bu yüreği…
Anlamıyor musun bu yüreği…
Ne hale getirdiğini…
Seni ne çok sevdiğini…


...03.2009

Sebepsizliğimin Sebebine Dair - 4

0 yorum  

Sessizce bir şeyler düşünüyorum…
Seni değil!
Bir şeyleri…
Sen benim için “bir şey”din değil mi?...
Neyse…


İçimdeki sebepsizliği her an gözyaşımla suluyorum
Gün geçtikçe yeşeriyor
Onu canlı tutmaya çalışıyorum.
Besliyorum, büyütüyorum
İleride bir sebebim olacak.
Yakındır, bekliyorum…


Sebepsizliğimden bir “Sen” filizlenecektir umarım…
Ve ben de seveceğim seni…
Seni severken özleyeceğim, acı çekeceğim, gözyaşı dökeceğim…
Düşeceğim ama kalkacağım
Sebebime tutunacağım.


Ve hatta utanmadan
Arsızca
Seni sebepsizce seveceğim…
Uzaktan
Bir o kadar soğuktan
Bir o kadar yalnız…


Düşeceğim ama kalkacağım
Sebebime tutunacağım.
Sebebimin adını
“Sen” koyacağım…


...03.2009

Sebepsizliğimin Sebebine Dair - 3

0 yorum  

Boğuluyorum
Sensizlikte…
Sebepsizlikte…
Boş bakışlarım yakıyor canımı
Boş kalan ellerim de cabası…


İsmini sayıklıyorum çoğu kez…
Hiç alakası olmayan kişilere sen diye sesleniyorum.
Seni görüyorum her yerde
En çok da rüya ve hayallerimde.


Yokluğun çok soğuk
Varlığınla yanıp kavruluyorum…
Kelimelerim yanık kokuyor…
Alev alacağım
Pek yakındır, biliyorum…


Vazgeçtim ellerinden,
Vazgeçtim gözlerinden
Kalbine dokunsam yeter
Hiç olmazsa buna izin ver…


Korkarım ellerini bırakamam
Korkarım bakışlarımı alamam
Ama kalbin…
Sadece bir kere…
Uzattım…
Elimi…
Bak boşta…
İzin ver n’olur…
N’olur…


...02.2009

Sebepsizliğimin Sebebine Dair - 2

0 yorum  

Eskiden basit ama noktayla biten cümlelerim vardı.
Şimdilerde sığdıramıyorum seni üç noktalara…
Sen her yere fazlasın;
Hem noktalara hem bana…


Yüreğim sensizliği bir ömür geçiyor,
Bana ise gözyaşımın yarısı sessizlik kalmış.
Seni geçiyor vakit…
Bana kalıyor vakit…
Sana geçiyorum, aldığım her nefesle,
Bana kalıyorsun, karanlığın en ücra yerinde…


...02.2009

Sebepsizliğimin Sebebine Dair - 1

0 yorum  

Bakışlarım boş
Ellerim boş
Yüreğim haddinden fazla dolu…


Düşüncelerim hoş
Hayallerim hoş
Ben haddimden fazla masalcı…
Ben haddimden fazla ısrarcı…
Ben haddimden fazla senarist…
Bu gözlere haddinden fazla gözyaşı…


Suskunluğuma sebep
Durgunluğuma sebep
Kırgınlığıma sebep
Sebepsizliğime sebep
Üç noktalarıma yüklediğim anlam hep…


...02.2009

Kelimelerim ve Ben

0 yorum  

Sessizliği sevmeyen kelimelerim var. Sessizliğe gelemezler. Halbuki ben sessizliği severim. Ben susmak isterim, kelimelerimse konuşmak! Bu yüzden kelimelerimle hiç anlaşamayız. Ben inat eder susarım. Bakarım ki kelimelerim de benim gibi dik kafalı. Nerede susmaları gerekir hiç bilmezler, beni rezil ederler. Kaç kez ayırmışızdır kelimelerimle yollarımızı. Kaç kez göndermişimdir onları kalbimden, aklımdan uzaklara. Ben bilemedim sayısını. Hatırı sayılır bir birlikteliğimiz pek olmamıştır. İsterim ki kelimeler benden uzakta dursunlar –diğer her şeyin benden uzakta durduğu gibi- …


Ben de isterim içimdekileri söyleyebilmeyi… Ama yorgunum, dökemem kelimelere. Kıskanırım düşüncelerimi, belki de o yüzden paylaşmak istemem kimseyle. Ne anlatmasını bilirim ne dinlemesini. Ki zaten iyi de geçinemem kimseyle. İsterim rüzgarda salınmayı, yağmurda ıslanmayı, rahatlamayı, huzur bulmayı. Ama arayıp da bulamadığım öyle çok şey var ki… İsterim sonra bütün yıldızlar benim olsun. İçimden geçen, dilime gelen, uzanıp da tutamadığım, hayal edip de ulaşamadığım her şeyi o yıldızlara saklayayım. Kalsınlar en tepede, göz önünde ama en ulaşılmayan yerde… Sonra isterlerse kaysınlar, dalsınlar meçhule…


Mutlu olurum; içim içme sığmaz. Sebepsiz bir gülümseme oturmuştur yüzüme. Yaptığım her şey zevk verir. Bunları kelimelere dökmek isterim ama nafile!


Sinirli olurum; elime geçeni kırmak, parçalamak isterim. Bu sinirimden herkes sorumludur sanki. Yüzüm gülmez, tarif edilemez bir kızgınlık kaplar içimi. Bunları kelimelere dökmek isterim ama nafile!


Durgun olurum; yüzüm ne asıktır ne de gülümserim. Bir ifadesizliktir kaplar yüzümü, yüreğimi, düşüncelerimi… İstesem de bir şey yapamam. Bunları kelimelere dökmek isterim ama nafile!


Düşünceli olurum; söylenen hiçbir şeyi duymam. Hiçbir şeye konsantre olamam. Boş boş bakarım, aklımda bin bir düşünce. Bana seslenirler duymam bile. İçimdeki kavgadan fırsat kalmaz hiçbir şeye. Bunları kelimelere dökmek isterim ama nafile!


Ne olursa olsun kelimeler işime yaramaz artık. Ya da ben kelimelerin işine yaramam. Benden malzeme çıkmaz onlara… Benim konuştuğuma bakmayın, çok güzel susarım ben. En iyi yaptığım şeydir susmak. Konuşmam gereken yerde konuşurum; ama mecalim varsa… Benim susmayı seviyor olmam, karşımdakinin de susmasını istediğim anlamına gelmesin. Bazen sadece dinlemek isterim. Çok garibimdir işte. Bir anım, bir anımı tutmaz. Çekilesi değilimdir. Çok sever, değer veririm. Ama sevilesi değilimdir…


Susmayı istediğim zamanlar, aslında haykırmayı en çok istediğim zamanlar oldu. İşte en çok o zamanlar korktum kendimden. Kendime hiç acımadım. Gerek duymadım. Kendimin benim için birinci sırada olmasının hiçbir zaman önemi olmadı.


Sessiz çığlıklarım öyle çok yaktı ki canımı… Yakıyor ki canımı… Ağladığım görülmesin, duyulmasın diye öyle çok sıktım ki kendimi… Sıkıyorum ki kendimi… Bir şeylerden çok yoruldum. Artık mücadele edemiyorum. Çırpınıyorum, sanki daha çok batıyorum. Boğulmaktan korkuyorum ama ölmekten değil! Canım yanmasın istiyorum sadece, ölsem de dert değil. Bu söylediklerim asla kendimi acındırmak değil. Sadece düşündüklerimi, hissettiklerimi ifade etmeye çalışıyorum. Benim kelimelerim beni anlatmaya yetmiyor. Ben susuyorum şarkılar konuşuyor, beni anlatmaya çalışıyor…


Haykırmak istiyorum! Konuşamıyorum, konuşamıyorum, konuşamıyorum…



16.02.2009 / 03:24